“Atçı mı, Binici mi?" -Janbi Ceylan

“Atçı mı, Binici mi?

“Atçı”mı, “Binici“ mi?

İnsanoğlunun  kadim dostu atlarla ona binmeye başlamadan binlerce yıl önce tanıştığını biliyor olsakta ilk nerede ve nasıl tesadüf ettiğini söylemek günümüzde malesef imkansız. Bununla birlikte ilkel bile olsa insanın hayatta iz bırakma çabası, tarih öncesinden bize atlarla ilgili çeşitli veriler iletmekte. Günümüz Fransa’sının güneyinde yer alan Chauvet mağarasında ( archeolgie.culture.fr/chauvet/en ) 1994 yılında gerçekleşen keşifle birlikte,  atlarla belki de ilk tanışan değil ancak kesinlikle atlara hayran bir tarih öncesi sanatçısının içerisinde atlarında olduğu çeşitli hayvan resimleri gün yüzüne çıktı. Karbon testlerine göre mağaradaki resimlerin tarihi 36.000 yıl öncesine dek gitmekte. Yine aynı testler arkeologlara , binlerce yıl boyunca farklı insan gruplarının mağarada yaşadığını ve resimler yaptığını söylemekte. Kısa bir hesapla atları evcilleştirmeden 30.000, atlara binmeye başlamadan da 33.000 yıl önce  onların resimlerini çizmeye başlamışız diyebiliriz. 

Atlara hayranlığımız çok eski olsa da biniciliğimizin bir kaç bin yıllık olduğu düşünülüyor. Bereketli Hilal diye de adlandırılan Mezopotamya’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda keşfedilen heykeller ve duvar resimleri insanların MÖ 1000 yılı itibari ile atlara binmeye başladığını gösteriyor. Özellikle Asurlulardan günümüze kalan duvar resimleri bir kaç yüz yıl içerisinde binicilik ekipman ve tekniklerinin ne kadar geliştiğini inceleme fırsatı veriyor. MÖ 900 ler itibariyle duvarlara resmedilmeye başlanan “ binici”nin, MÖ 650 itibari ile ne kadar uzmanlaştığına ve bugüne yakın bir oturuş pozisyonuna geçtiğine şahit olabiliyorsunuz. 

Bununla birlikte ortalama 3000 seneden beri atlara biniyor olsak da, binişimizin son yüzyıl içerisinde mükemmelliğe ulaştığını iddia etmek yanlış olmaz diye düşünüyorum.Asurlulardan antik Mısır’a, Hititlerden Çin kaynaklarına, Memlüklerden Haçlılara, Osmanlı’dan birinci dünya savaşına, kısaca bütün dünya mirasından bize ulaşan on binlerce resim ,heykel, fotoğraf bize biniciliğin hangi evrelerden geçtiğini aktarıyor. Günümüzde tarihin hiçbir evresinde olmadığı kadar atın anatomisine hakimiz. Bilinen en eski at eğitmeni “Kikkuli”nin hayal bile edemeyeceği antrenman metotları geliştirmiş durumdayız. Atlarımız, tarihte görülmemiş hızlarda koşuyor, görülmemiş yükseklikleri atlıyor. Yine de son yüzyıl içerisinde biniciliğini mükemmelleştiren insanoğlunun atları, önceki yüzyıllarda yaşamış atalarından daha iyi tanıdıklarını söyleyebilir miyiz?

“Atçılık” ve “Binicilik” terimlerini hep ayırmaya çalışmışımdır. Atın bunda bir suçu olmadığı aşikar. Atını değil çok markalı malzemesini tanıyan biniciler ve atını kazanmak yerine çeşitli nedenlerden dolayı binemediği ya da başarılı olamadığı atı kolaylıkla değiştiren at sahipleri,eğitim metotlarımız ve  dilinden anlamadıkça korktuğumuz, korktukça daha sert davrandığımız atlar beni bu düşüncelere itmekte. Son yüzyılda binişimizin mükemmelleştiği doğru ancak atları eski atçılar kadar tanımadığımız da kesin. Oysa insan ve at dostluğu binicilikten çok daha önce başladı ve geçmişten bize ulaşmış kadim bir atçılık bilgisi mevcuttu. Bi’ düşünsenize Hititlerin atçı başı Kikkuli’nin yazdığı tarihin bilinen en eski atçılık kitabi MÖ 1400 lerden kalma. 

Bu noktada sırası gelmişken dilerseniz atçılığımızın ne zaman başladığına da bir göz atalım.

Binlerce yıl eti için avladığımız atların ilk olarak ne zaman evcilleştirildiği hala büyük bir tartışma konusu. At, insanlık tarihini yazan bir dost olduğu için bir çok kadim topluluk atı ilk evcilleştirmiş olmanın kredisini sahiplenmeye çalışıyor. Bununla birlikte her ne kadar yeni keşifler eski bilgilerin tahtını sallandırıyor olsa da arkeolojik kalıntılar bize evcilleştirilen ilk atların izlerini Avrasya kurganlarında aramamız gerektiğini söylüyor. Özellikle günümüz Kazakistanın’da yer alan ve MÖ 3700 ler itibari ile varlık göstermeye başlayan Botai kültürüne ait kalıntılar arkeologlar tarafından atın ilk evcilleştilmesinin kanıtları olarak sunuluyor. Bölgede bulunan toplu at kemikleri veya bu kalıntılardaki dişlerde bulunan aşınmalar onların etlerinden ve sütlerinden yararlanmak amacıyla toplu halde tutulduğunun bir göstergesi. Bununla birlikte günümüz Rusya’sının güneyinde Kafkasya bölgesinde yer alan ve MÖ 3700- MÖ 3000 yıllarında varlık göstermiş Maykop kültürüne ait kurganlarda bulunan tam başlığa sahip bir kantarma bundan 5 küsur bin  yıl evvel atları yönlendirmeye ve yönetmeye heveslendiğimizi göstermekte. Ayrıca bu kültüre ait Starokorsunskaya kurganından çıkartılan iki ahşap tekerlekle kimi koşum takımlarının tarihin en eski at arabası ekipmanlarından oldukları kabul edilmekte. Tekerlek, At ve Dil isimli kitabında antropolog  David W. Anthony, atın tahmini olarak MÖ 4200 lerde ilk defa Avrasya’da evcilleştirildiğini ve özellikle MÖ 3500 itibari ile bu coğrafyada atçılığın çok yaygınlaştığına işaret eden bir çok kalıntı bulunduğunu belirtir. ( Atçılığın en erken dönemlerini merak edenler Botai, Yamna, Maykop ve Afinesova kültürlerini araştırabilirler. )

Avrasya’da kıvılcımlanan bu ateş MÖ 2600 ler itibari ile kendini Mezopotamya’da göstermeye başlamış. MÖ 2600 da yapılmış Sümerlere ait Ur sandığı üzerindeki motifler bize erken dönem at arabalarının suretini yansıtmakta. Yine bu tarihlerde Avrupa’da yaşanan Bell Beaker kültürüne ait at kalıntıları, atçılığın Amerika kıtası haricinde tüm dünyaya yayıldığını göstermekte. ( At her ne kadar 60 milyon yıl evvel Amerika kıtasında doğdu ve Bering boğazı üzerinden dünyaya yayıldıysa da Bering boğazının kapanması sonrası Amerika’daki soyunun tükendiği ve son 10 bin sene Amerika’da atın yaşamadığı bilinmekte. Ta ki Amerika kıtasının Avrupalılarca keşfine kadar. Bu da başka bir yazının konusu olsun. )

Sonrasında Hyksoslar, Hititler, antik Mısırlılar, Asurlar, Çinliler ve tabi ki Avrasyanın atlı göçebe ve savaşçı kavimleri atçılığa büyük bilgiler katmışlar. Ata ait temel ekipmanlar arasında en son keşfedilen üzenginin bile 2000 senelik bir geçmişi olduğunu düşünürsek tarihin o eski atçılarının at ile ne kadar yakın bir  temas içerisinde olduğunu ve temel atçılık bilgilerinin kaç bin yıllık bir geçmişe sahip olduğunu hayal edebiliriz. 

Gelelim günümüze. 

Sanırım çoklu beygir gücünün ortaya çıkması bir dönüm noktası. Tarımda, ulaşımda ve askeriyede artık ihtiyaç kalmamasıyla at hayatımızın içerisindeki aktif yerini makinelere bıraktı. Modern şehirlerde binicilik kulüplerine ve hipodromlara çekilen atçılık, spor ve eğlence amacıyla gerçekleştirilen etkinlikler içerisinde sıkışmaya başladı.Her ne kadar Anadolu’nun farklı bölgelerinde atlarına dededen görme geleneksel metotlarla yaklaşan atçılar olsa da, sporun kazanma tutkusu atla iletişimi etkiledi. Kabul etmeliyim ki sporun rekabetçi tarafının görmezden gelinemeyecek bir çekiciliği var. Ancak atımızı değil de kendi egolarımızı dizginleyememenin atla aramızdaki ilişkiyi de etkilediğini net bir şekilde belirtmek gerekli. 

Bu noktada günümüz biniciliğini üç ana başlık altında topluyorum. Hipodrom biniciliği - manej biniciliği - geleneksel binicilik.  Bu üç dal biniş şekillerinden kullanılan ekipmanlara birbirinden gözle görülür şekilde ayrılmakda. Biz manej biniciliğinden dem vuralım.

Manej biniciliğinde atının derdi ile dertlenen ,atının dilinden anlayan atçılar olsa da genel olarak  malesef atını manejde gören, manejde binen ve seyisine manejde teslim eden bir binicilik söz konusu. Oysa kaidedir at sizin hayatınızda ne kadar çok yer alırsa o kadar çok sizde atın hayatının bir parçası olursunuz. Ne kadar çok atınızı tanırsanız haliyle atınız da sizi o kadar tanır. Temel at davranışları ve güdüleri belli olsa da her atın kendine has bir karakteri vardır ve bu karakteri çözmenin tek yolu atınızla vakit geçirmektir. Her ne kadar üzerinde geçireceğiniz vakit onu tanımanıza bir nebze imkan sağlasa da atın size kalbini açması, onun da sizi tanıması ve güvenmesi yerde gerçekleşir.

“At seyisini sever sahibinden korkar “ der eskiler. Sahibini her gördüğünde koşturulan, mahmuzlanan, engel atlatılan at, seyisini her gördüğünde sevilir, temizlenir, yemlenir. Oysa sahibi olmakla seyisi olmak arasındaki ince bir çizgidir atçılık. Denklemi çok da zor değildir; atla belirli bir süreyi yerde, attan herhangi bi beklenti içerisine girmeden onunla sadece zamanı ve mekanı paylaştığınızda adı dostluk olan sihirli bir şeyler gerçekleşir. Ecnebilerin Horse Whisperer diye adlandırdığı, at ile aynı dili konuşan üstatlardan Frederic Pignon bilgilerini aktardığı Gallop to Freedom isimli kitabında “ Çok sık olarak en az 15 dakika attan hiç bir şey istemeden sahada veya boksta beraber vakit geçirir ve ona , sürekli ondan bir şey talep etmeyeceğimi gösteririm” der. O kısacık 15 dakika bile atın size bakış açısını değiştirebilir. 

Tabi her ilişki devam edebilmek  için iletişime ihtiyaç duyar. Bir kere yere indiğinizde dizginler, mahmuzlar, baldır yardımları artık size yardımcı olamaz. Atla onun dilinde konuşmak zorundasınızdır. Atçılıkla binicilik arasındaki ayrımda atçılığın temellerinden biri de budur; atın dilinden anlamak. Atı tanımaktan sonraki aşama olan atla iletişim aşamasında işler biraz daha zorlaşıyor ve emek istiyor.  Atın doğasına hakim olmak, liderlik ve güven kavramlarının at için ne kadar önemli olduğunu biliyor olmak, milyonlarca yıl boyunca atın avlanılan bir hayvan olmasının atın fiziksel yapısını nasıl değiştirdiğini ve ruhsal yapısını nasıl kırılgan hale getirdiğini anlıyor olmak gerekli. Birbirleriyle vücut dilleri ile konuşan atların dilini okuyabiliyor ve onlara kendi vücut dilimizle işaretler verebiliyor olmak gerek. Daha doğrusu vücut dilimizle farkında olmadan ata verdiğimiz sinyallerin farkına varmak ve yönetiyor olmak. Kolay olduğu söylenemez. Ancak bir kere o kapıyı araladığınızda arkasındaki atla gerçek dostluğun dünyasına adım atmış olursunuz. O yol sizi “binici” olmaktan “atçı” olmaya götürür.

“Atçı” mı “Binici” mi sorusu burada dursun. Ben bir sonraki yazımda o kapıyı sizler için aralamaya çalışayım ve atın doğasından, dillerinden, dertlerinden bahsedeyim.

Görüşmek üzere.
Janbi Ceylan